HAKKARİ İZLENİMLERİ

Hakkari İzlenimleri

13.01.2004 00:46:43


HAKKARİ, BUNDAN SONRASI YOK GARİ





ÖSYM temsilcisi olarak bu sene Hakkari'ye gitmeyi öngörmüştük. Çünkü bizi Hakkari'ye çeken çok gayretli öğretmenler vardı... Daha önce yardım yapmıştık hatırlarsınız, Yüksekova'da Aşağı Uluyol mezrası ilköğretim okuluna, bayramda çocuklara ayakkabı, iç çamaşırı ve şeker yollamıştık, daha önce de okullarına hem kitap göndermiştik, hem de çeşitli yardım yapmıştık. Bir de bu okulu, oradaki fedakar öğretmen Bülent'i yerinde ziyaret etmek güzel olacaktı. Sadece Bülent de değil, yazısını okuduğunuz Ömer Faruk'u da orada Üzümcü Köyünde ziyaret edecektik.

Önce tüm deney ve etkinlik malzemelerini ve çocuklara vereceğimiz onların ilkyar'ı olacak Tübitak kitaplarını, bilgisayarları, başarılı öğrencilerin çantalarını gönüllülerimiz İlker, Emine, Çiğdem, Göknur, ve Derviş'le beraber zor da olsa otobüse sığdırdık, kolay değil 650 öğrenciye ulaşacaktık. Gönüllülerimizi uzun bir yolculuk bekliyordu… Sürekli yolculuklarının nasıl geçtiğini izledik

Biz de okulların tatil olacağı gün yola çıktık. İnsanın yıllar önceden bir tanıdığının olması hem hayatı kolaylaştırıcı etkisi oluyor, hem de "dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur" misali bir araya geliyoruz. Van'daki taksi şöförü Selahattin'i 3-4 sene önceki bir yazımızda anlatmıştık, doğuda insanlık adına canlı kalan değerleri taşıyan birilerini görmek umut veriyor. Selahattin Bey, bu sefer bize bir minibüs getirdi, genç şöförü İlker ondan sonraki günlerde bizimle hep beraber olacaktı… İlker'i tanımak da ayrı bir kazanç ve güzellikti hepimiz için, geçen sene Ağrı'daki şöförümüz İskender gibi hemen kendini sevdirmesini bildi…

Van'dan Hakkari'ye doğru giderken bir taraftan İlker'in hoş hikayelerini dinliyor, bir taraftan da doğayı ve çevreyi incelemeye çalışıyorduk…

O gün karneler dağıtılmıştı… Ne de çabuk işbaşı yapmıştı çocuklar, daha karnelerdeki notları büyükleriyle, arkadaşlarıyla paylaşamadan dağ tepe koyunların, keçilerin peşindeydiler… Dimdik bir tepe, ortada hafif bir düzlük, tepenin ardına öğleden sonra gölgesi vurmuş, çocuk boyundan uzun sopayı almış, keçileri idare etmeye çalışıyordu. Keçiler çoktandır görmemiş gibi çobanlarının dikkatini çekme peşinde, sağa sola koşturmaca içindeydiler, belli canları oyun istiyordu. Ancak bir tanesi vardı ki, ortadaki düzlüğün oldukça yukarısına, tepeye çıkmış hınzır bir oğlak, tepeden sesini çıkartmadan aşağıdaki akrabalarına biraz kıvançla bakıyordu. Acaba sürüden kaçtığını takip edebilmiş miydi küçük çoban, anlaşılmıyordu, sadece önündekilere sahip olabilmenin telaşıyla sopasını sallıyordu… O yalnız dağların dostuydu hepsi...

"Haa , bunlar mı? Rötuş yapıyorlar Hocam."
Yol kıyısında eğik kamyonlar, ellerinde pet şişelerle birşeyler yapıyor kamyon şöförleri… "Şimdi bunlar Başkale'den mazotu almışlar, ancak izin sadece depon kadar. Son kontrol noktasına gelirken kamyonun içinde bir çay bardağı kadar bile mazot kalmaması gerek. Yoksa bu yanda gördüğünüz araçlar gibi hepsini trafikten alıkoyuyorlar, hem de satıyorlar. Ha, satarken sahibine öncelik tanıyorlar. Dolum yaptıkları yerden kontrol noktasına kadar ne kadar mazot yakar, hesaplıyorlar, kamyonu eğiyorlar ki o bir pet şişedeki mazotu depo iyice alsın diye, yani kısacası rötuş yapıyorlar Hocam. Şu el işareti yapan adamları da yanlış anlamayın sakın, kaliteli kaçak ucuz mazotum var işareti yapıyor."

Memleketimizin dağlık olduğuna zaman zaman üzülürdük, ama Doğu Anadolu'daki bu heybetli dağlara bakıp onların ihtişamına, görkemine kendimizi ister istemez bırakıyoruz, hele önünden akan Zap suyunun coşkusu da bu manzarada yerini alınca, niye daha önce gelmemişiz diye düşünüyoruz. Hakkari'ye yaklaşırken hem Zap'ın coşkusu, hem de iyice yeşillenen dağların dibinden gitmenin heyecanı sarıyor her yanımızı… Akşamın alacakaranlığı değil belki, ama karşılıklı tepeler o kadar yakın ki, boğaz tamamen gölge içinde.. Bir küçük kız ilişiyor gözlerimize.. O da karnesini almış belli; tatilin ilk oyunlarını oynuyor, evinin önünde, Zap 1 - Zap 2 köprüleri arasında, duvarın dibinde ateş yakıyor, alevin yalazları küçük kızın yüzünde yanıyor, sönüyor; keşke durup biz de katılsaydık oyuna, karnen nasıldı diye sorsaydık, diye düşünüyoruz…

İlker bir taraftan uçuruma konsantre olmuş, bir taraftan da, "kış gelince, Karayolları bu yolu açık tutuyor, ama akşam gelince ne de olsa buz kesiyor yol.

Aha şuradan bir kamyon uçtu Zap'a" diyor, dibini göremediğimiz diklikte bir uçurumun. "Size başka bir uçan arabanın hikayesini anlatayım isterseniz. Nasıl mı? Bu seferki buzdan değil, tozdan. Gerçi bu hikayenin daha heyecanlısını dinleyebilirsiniz gittiğiniz yerlerde, aynı film gibi… Herhalde ihbar mıdır, nedir bilemiyorum. Ama kontrolde araba çevrilirken, araba durmuyor ve kaçıyor. Araba önde, güvenlikçiler arkada bu virajlı yollarda bir yarış başlıyor. Artık yakalanacağını biliyor, ama kafasında kurmuş, şu virajın köşesine kadar geliyor, hiç frene basmadan, bilakisgazı kökleyip aşağıdaki baraj gölüne uçuyor… Güvenlikçiler bakıyor, bakıyor, çıkan yok, gidiyorlar. Sonra adam nasılsa çıkıyor, mafyadan dalgıçlar geliyor, ve mal kurtarılıyor; ne bileyim, ama çok büyük bir para olduğunu söylüyorlardı…"

Köylerde okullara doğru yol alırken, bostan çapalayan bir adam dikkatimizi çekiyor. Aynalıhoca'dan Varol'u hatırlıyoruz, köylülere o göstermişti, domates biber ekimini. "Yoksa, sen mi öğrettin?" diye soruyoruz. "Yok, kendileri yapıyorlar, ama bu seneki bir ilk gibi, malum 11 Eylül bunları da etkiledi, Afganistan'dan mal gelmiyor."

Zap'ın hemen kıyısındaki ender düzlüklerden biri.. Boğaz gölge içinde, akşam artık çökmeye başlamış. Karnelerini alan çocuklar tatilin ilk futbol maçını yapıyorlar. İçlerinde en sıska ve kısası, yola yakın yerdeki noktadan köşe vuruşunu yapıyor, ve gol oluyor. Acaba bu kadar düzgün vurduğu için mi diye merak edebilirsiniz. Hatta "Van'dan Hakkari'ye saatte 60-80 km hızla giderken futbol oynayan çocuklar göreceksin, ve sen geçerken korner atacaklar ve de gol olacak, bu kadar da olağanüstü olamaz!" diyebilirsiniz. Yüzde yüz haklısınız, çünkü kale direklerinin biri, köşe vuruşuna yakın olanı yerle 80 derece, uzaktaki direkte yerle 120 derecelik bir açı yapıyordu. Dolayısıyla kornerden gol atmak artık sıradanlaşmış gibi gözüküyordu. Düşünsenize tamamen dikdörtgen yapıdan kurtarılmış, uzay yamuk kaleleri. Kalecilerin hiç hoşuna gitmezdi herhalde… Futbol maçını sıradanlıktan çıkaran elbette futbol sahasının bir boğaz arasında dağlarla çevrili olması ve yanıbaşında Zap'ın gürül gürül akmasıydı, tabii çocukların güzellikleri en başta geliyor.

Hakkari'ye varıyoruz alacakaranlıkta, şehir tarihsel kuruluş kurgusu içinde bir tepe üzerinde kurulu, çevresi dağlarla kaplı, işte medyaya da çıkan karşı Sümbül Dağı, bir şahsa ait.

Ertesi sabah erkenden, 6'da yola çıkmamız gerekiyor. 8 civarında Aşağı Uluyol'da olmalıyız ki, en geç 8:30'da programa başlayabilelim. İki minibüs yola koyulduk. Zap'ın kollarından birini izleyerek Yüksekova'ya ulaşmaya çalışıyoruz, gene boğazlardan dolaşarak akan suyu ters yönde takip ediyoruz. Güneş henüz yükselmemiş, tepelere yatay vuruyor. Hele birkaç bölgede o kadar enterasan biçimde geliyor ki ışık, sadece tepelerde boy vermiş gelinciklerin kırmızılığı olanca canlılığı ile gözükürken, tepe kopkoyu bir renkte, sanki güneş ışığı güzel gelincikleri okşuyor.

Aşağıuluyol'da bugün göreceğimiz diğer iki köy de ya Zap'ın, ya da kollarının hemen dibindeydi. Köye girdik, işte, çocukların hepsi tertemiz kıyafetleriyle sıraya girmiş bizi bekliyorlardı. Köylülerde başta Derviş Ağa olmak üzere hemen bizimle okula geldiler. Bir taraftan çaylar hazırlanırken, gönüllülerimiz de sınıflara girdiler. Sadece iki sınıfı vardı okulun, Bülent öğretmen okulu adam etmek için oldukça emek ve de maaşına göre de epey bir para harcamıştı. Bir maraton başladı, 25er dakikalık 4 derse girecekti tüm öğrenciler. Mecburen dışarıda da 3 sınıf kurduk. Aysel çocuklara Küçük Zap'ın kıyısında yaratıcı drama yaptırırken, Ayşegül okulun önündeki betona çocukları oturtup resim etkinliğine, diğer uçta da Çiğdem origamiye başlamıştı bile! Dersi olmayan gönüllülerde origamide çocuklara yardımcı olmaya çalışıyorlardı, tabii en başta da Çiğdem'in akrabası, tüm gezi boyunca bize nasıl yardımcı olacağını şaşıran Yüksekova'da öğretmen olan Zarife Hoca. Okulun diğer köşesinin ardında Feyza ile yaptığımız "Eğitimde Motivasyon" en komiğiydi. Çocukların hepsi görsün diye merdivenin üstündeki kapı girişinde, çıkıp ayakta konuştuk, aradaki mesafe arttı, olmadı, çömeldik yorulduk, sonunda çareyi bulduk, çocukları merdivenin üstündeki bölüme çıkardık, biz de aşağıdan daha yakından konuşma fırsatı bulduk. Feyza'nın "herkesin bir hedefi olmalı değil mi?" sorusuna verdikleri "evvveeeett!" yanıtı hiç kulağımızdan gitmeyecek. Bu yaz okuyacak çok kitapları olmuştu, artık bazısı bu yaz en az 5, bazıları da en az 10 kitap okumayı kendisine hedef edinmişti.

Bir taraftan okul bahçesinde çocukların oynaması için getirdiğimiz dış etkinlik malzemeleri gruplar halinde oynanırken, bir de bakıyoruz, top zıp zıp Zap'a gidiyor. Daha yeni getirmiştik oysa diye hayıflanıyoruz. Çocuklar hızla koşup hemen kayaların üstünden sekerek, topu yakalamayı başarıyorlar. Köylüler topun yakalanacağından o kadar eminler ki, "Ohoo Hocam" diyorlar, "bunlar günde 3-5 defa Zap'a girerler..." Ne kadar da çabuk geçiyor 2 saat, başarılı öğrencilere ödülleri veriliyor, daha bir gururlu, daha bir güvenle gelecekte ne olacaklarını söylüyorlar. En çok da öğretmen olmak istiyorlar, bizim de Bülent gibi öğretmenimiz olsa başka bir meslek seçer miydik? Traktörün üstünde düğüne gitmek için etkinliğimizin bitmesini bekleyen Aşağı Uluyol'lu köylülere, hemen çantalarının içindekileri merak edip açanlara, hepsinin 'ilkyar'ı olacak kitapları göğüslerine bastırmış öğrencilere el sallıyoruz hep beraber...
İkinci köyümüzün haritada nerede olduğunu bulamadık, çünkü haritada Kadıköy yerine Kadıköşk yazılıydı. Kilometreleri bilmek bazen yeterli olamıyor planlama için. İşte Kadıköy'e geç kaldık, halbuki bu okul da çok önemliydi, hem 350 öğrenci vardı, hem de 8 yıllık eğitime dönük güzel şeyler başardıkları için müfettişler tarafından seçilmişti. Acaba gittiler mi diye telaşlandık. 8 yıllık eğitimle bir taraftan yatılı okullar, bir taraftan da Kadıköy'deki gibi güzel okullar yapılmıştı. Dün karnelerini almışlardı ya, özellikle karneleri çok güzel olanlar övünçle karnelerini gösteriyorlardı... İnsanların birbirine ne kadar benzediğini yibo ve köy projelerinde daha fazla hissediyoruz. Şu çocuğu ben nereden görmüştüm diye düşünmeye
başlıyoruz. Belki arşivden karşılaştırıp çocuğun ikizinin nerede olduğunu bulmak için de hatıra resmi çektiriyoruz.


6, 7, 8'ler, ve kızlar derslere daha ilgililer, daha fazla öğrenmek için, gönüllülerin zaten kısa olan teneffüse gitmelerine izin vermiyorlar. Tatilin ilk günündeki dersler hoşlarına gitmiş olmalı ki, ayrılmak istemiyorlar. Keşke daha fazla kalabilseydik, ama zaten uzak olan 3. köydeki öğrenciler bizi bekliyor, öğle yemeği için ayırdığımız zamanı yolda kullanmamız gerekecek... Ödül töreninde büyük küçük kucaklayıp daha sıcak bir temas kuruyoruz, bütün gayretimiz sevgiyi dillendirmek, bütün gayretimiz çocuklar okuyarak bizi geçebileceklerini görsünler, insan olmanın sorumluluğunun öğrenmek ve bilmek olduğunu kavrasınlar diye...

Söylemişlerdi "Şemdinli yolu üstündeki Üzümcü yaşanacak bir yer" diye, hatta Üzümcü'ye batıdan gelip de 35 sene öğretmenlik yapan öğretmen anlatılmıştı efsane gibi, Ege'nin köyleri gibi bir güzellikle karşılaşıyoruz. Öğretmen Ömer Faruk'un mektubunda yazdığı gibi, "her şey yüksek", okul da yoldan yüksekte, yukarıya doğru tırmanıyoruz okula ulaşmak için, neyse söz verdiğimiz zamanda etkinliğimize başlıyoruz. Üzümcü'de 2 etkinliği dışarıda yapıyoruz. Bu okulda, daha doğrusu köyde ne kadar çok "Yılmaz" soyadı var. Hüseyin Yılmaz'ın hikayesini anlattıktan sonra, siz de okuyarak başka bir "Yılmaz" hikayesinin kahramanı olabilirsiniz diyoruz.

Teneffüslerde koşarak gelip, derslerin nasıl geçtiğini anlatıyorlardı, "Derviş abi de, Emine abla da, İlker abi de, Göknur abla da çok güzel anlattılar öğretmenim." "Peki Çiğdem ablanın origamisini sevmediniz mi?", "Çok sevdik öğretmenim." Siz ne kadar anlatsanız, asıl gönüllülerin anlattıkları çocukları daha kolay yakalıyor, görüyorlar, bize ulaşmaları biraz uzak, ama o abla, o abilerin yerinde olabilirler pekala...

Ömer Faruk mektubunda davet etmişti, biz de "demlemeye başla çayı, geliyoruz" demiştik. O çocuklar, gayretli öğretmenler, ve böylesine güzel bir doğa, çayımızı "bu an hiç bitmesin" dercesine damla damla yudumluyoruz. Karneleri bugün dağıtalım demiş Ömer Faruk, hem başarı ödülleri, hem karne; "bozuk da olsa bir bilgisayarları olsun" demişti. Bazı istekleri yerine getirebilmiş olmak, hepsine 'ilkyar'larını vermek, onları kucaklamak, Türkiye'nin bir ucunda da olsa kendilerini düşünen birilerinin olduğu hissini vermek, hepsi güzel de, ayrılmak çok üzüntü verici. Hele hele çekilen yüzlerce resme bakınca bunu kucaklamamıştık, onunla konuşamamıştık diye bir burukluk sarıyor insanın içini. Hep çocuklara mektupta yazarken benzer şeyler söylüyoruz: "ışık olsak sırtınıza dokunsak, ışık olsak gözümüzü kapayıncaya kadar yanınızda olsak." Bunu tüm kalbimizle düşündüğümüzden emin olabilirsiniz, bir sevgiliye duyulan özlem gibi gözlerimiz doluyor, onları orada bırakmak, sanki sevgiliyi terketmişiz hissini yüreğimize kazıyor. "Ahh, keşke, keşke şimdi orada olabilsek..."

Umut ediyoruz, THY Genel Müdürü Sayın Yusuf Bolayırlı bizi desteklemeye devam eder, hiç olmazsa 23 Nisan da Ankara'da tekrar görme ve kucaklama şansımız olur...
Çocukları yazdıktan sonra başka ne yazılabilir ki... "Hakkari Bundan Sonrası Yok Gari" dedikleri gibi Hakkari'nin ne kadar terkedilmişliği mi, yoksa eğitimle ilgili başka konular mı? Yok hayır, hiç bir şey yazılamaz, en azından bugünlük yazmak mümkün değil, gidip gözlerimizi kapamamız gerek, çocukların yanında olduğumuzu hayal etmeliyiz...
*
Ertesi günü ÖSS görevimizi yaparken yöneticiler sorunlardan bahs ediyorlar:

"Hakkari'de hiçbir çocuk 5 seneyi aynı öğretmenden okuyamıyor. Bizim okulda en kıdemli öğretmen 3 senelik. Sene içinde 4 öğretmen değiştiren sınıflar var. Yasal boşluklar nedeniyle tayin nikahları oluyor. Bağkura bağlı bir manavla evleniyor, diyelimki İzmir'den, İzmir'e tayini çıkıyor öğretmenin. Çok komik örnekler de yaşanıyor. İkisi de öğretmen, Hakkari'de tanıştılar, birbirlerini sevdiler, burada evlendiler. Daha sonra boşandılar, yasa gereği aynı ilde boşanmış çiftler şikayette bulunursa tayinleri çıkıyor. Birisi tayin oldu, batıda bir yere gitti, sonra diğeri de bir süre sonra oraya gitti, tekrar evlendiler, eş durumundan Hakkari'deki de batıya tayin oldu.

Burada polisler, askerler sürelerini tamamlayıncaya kadar kalıyorlar da, öğretmenler niye kalmıyor. Hiç olmazsa çocuklarımız 3 seneyi aynı öğretmenden okusalar. Durum o kadar acıklı ki, burada her sene başta uyum kursu düzenleniyor, bir öğretmenin soru-cevap bölümünde ilk sorusu 'Buradan nasıl ayrılınır?'

Devlet yaptığı işi denetleyemiyor, veya bazı kuvvetler buna engel oluyor. Bakın ben Selahattin İlkokulundan 1973'de mezun oldum, şu anda aynı yerde 4. bina yıkılıyor, yenisi yapılıyor. Bakın bu bina yapılalı 2 sene oldu, ortasından su alıyor, burası heyelan bölgesi, her sabah kalktığımda evden bir bakıyorum, okul yerinde duruyor mu diye. Müteahhit buralı, Ankara'da oturuyor. Bir kere bile gelmedi inşaat sırasında. Şu çatı dümdüzdü, 2 metre kar birikiyor, her sene çatıyı değiştiriyoruz, her yerde tip proje uygulanır mı?"

Çocuklara eğitimlerini sürdürme doğrultusunda büyük motivasyon ve heyecanlar yaratırken, bazen gerçeğin soğuk yüzü tokat gibi suratımıza çarpıyor. Hakkari Anadolu Lisesi bu sene ilk defa 6 mezun veriyordu, ve bir kız birinciydi, ama birinci olarak bitirememiş. Okulun duvarlarında resimleri vardı. Nedeni tifo... Kahrolmaz mısınız? Kendi çocuğumuzun veya bir devlet büyüğünün çocuğunun başına mı gelmesi gerekir ki bu sorunun bu devirde yaşanmaması için gereken önlemler alınsın...

Bu buruk, ve kötü haberleri yazmak, ardından turistik bir haberle bitirmek değil amacımız. Eylülde geleceğimiz Güzelsu'daki yatılı okuldan, Hoşap kalesinden bahsetmeyi sonraya erteleyebiliriz, ama Çavuştepe ören yerindeki Mehmet Kuşman'dan bahsetmeden noktayı koyarsak yazı eksik kalır. 39 senedir müze memuru olarak Çavuştepe'ye geliyor, Urartular'dan kalma bu tepeyi anlatıyor, yağmur, kar demeden. Dile kolay 39 sene, tavırlarından, konuşmasından anlaşılıyor, ermiş bir kişiliğe sahip. Urartuca yazıyı okurken ezbere konuşmuyor, aynı karakterlerde aynı sesi çıkardığını fark ediyor arkadaşlar. "Sevmeden yapılan işten hayır gelir mi?" diyor, "Şükür Allahıma bugünleri gösterdi, 10 yıl önce gündüz saat 2.5'da yollar kapanırdı, herkes evine saklanırdı. Allah bir daha o günleri göstermesin."

Göstermesin! Çünkü okuyacak çocuklar var. Hakkari'den çıkacak, eğitime asılan üstün çocuklar, bu zamana kadar yüksek öğrenime girememiş Türkiye'nin her bir tarafından 8 yıllık eğitime başlayan köy çocukları var, Hakkari'ye, Türkiye'ye, insanlığa katkılar sağlayacaklar... İLKYAR olarak bizim de görevimiz onları sürekli desteklemek, "çalışın bizi geçin" demek değil mi?



Ekleyen/Kaynak: İlköğretim okullarına yardım vakfı gönüllüsü



Bu bölüme Izlenim ekleyebilirsiniz. Izlenim eklemek için tıklayın

Yorumlar [ Yorum Yaz ]

Henüz yorum eklenmemiş
  En Çok Yorumlananlar

  Yeni Izlenim Ekle

  Yorum Yaz

  Tümünü Listele

| 101 Okey Oyunu | Türkçe Kürtçe Sözlük | Kürtçe Dil Testi |