Evliyalar
meskeni ve irfan diyarı
olan Bağdat, Hülagu afetinden dolayı yerle bir olmuş,durulacak
yer olma vasfını kaybetmişti.
Seyyid Taha cedleriyle birlikte yolları eline dolayıp,Anadolu’nun
şark sınırına yakın,yerlere gelip kondular. Artık onların mekanı
Şemdinan dağlarıydı. Nehri (Bağlar) köyü,bu mübarek zatı misafir
etme şerefine nail olacak ve 42 yıl Şemdinli, bu nefesi soluyacaktı.
Bahar artık,bir başka açacaktı Nehri’de.
Elbet
zamanın ne göstereceği bilinmez. Zaman ırmağı,bir nefes durmaksızın
akıp gidiyordu. İnsan kader ağlarını delme kuvvetinden olmadığı
gibi,ne oldum,ne olacağım derken,başka şeyler zuhur ediverir ve
insan kader treninin rayları üzerinde,ömür treninin kayıp gittiğine
şahit olur.
Ve kurtuluş kervanının başını çekenlerden,Mevlana Halid-i
Bağdadi’nin rahle-i tedrisatında ilim tahsilinde bulunacak, O zatın
terbiyesinin gölgesinde, kemale erecekti. Seyyid Taha çocukluğundan
itibaren büyük bir istidat,vakar ve heybet sahibi olduğundan onu gören,ilerde
büyük bir zat olacağını söylerdi. Mevlana Halid hazretlerine
talebe olması amcası
Seyyid Abdullah-ı Şemdini’nin
vesilesiyle olur. Amcası bir sohbetlerinde,yeğeni Seyyid
Taha’nın istidat ve kabiliyetlerinden, Mevlana Hazretlerine bahseder.
Bunun üzerine Mevlana Halid bir daha ki sohbetlerinde Seyyid Taha’yı
da getirmesini söyler. Seyyid Taha Mevlana’nın huzuruyla şereflenir
ve onu
görür görmez ellerine sarılarak öper; “Ey vaktin Hızır’ı ben
artık seni bırakmam” dedi. Mevlana Halid, Abdullah Dehlevi
Hazretlerinin,kendisini yetiştirdiği gibi aynı kaynağın nurunu ona
aktardı. İlerde zamanın,en büyük alim ve Velisi olacak tarzda
ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti.
Gece ile gündüz,bir makas gibi ömür kumaşlarını durmadan
biçiyordu. Ak tepeler ardından doğan güneş,yine batıp geceye bürünüyordu.
Derken,ayrılık günü ister istemez gelip çatacak ve muhabbet ettiği
hocasından ayrılacaktı. Keşf ve keramet sahibi olmuş ve hilafetle
şereflenmişti. Mevlana Hazretlerinin “Halife-i Ekmel-i” yani; en
olgun halifesi
ünvanını alarak ayrılacaktı. Kendisine izin verildi. Artık
Şemdinli’ye,Nehri köyüne dönebilir ve irşad makamına geçebilirdi.
İnsanlar ve ufuklar onu beklemekteydi.
Seyyid Taha Hazretlerine yol görünmüştü. Yol yol
gidilecek,kurtuluşu arayan insanlara nur meşalesini sunacaktı.
Zaman ırmağı akacak ve Seyyid Taha bir irfan çınarı olarak,
cihanın bahçesinde dal dal
büyüyecekti. Berdesor’da
bir müddet kalacak ve amcası Seyyid Abdullah Hazretlerinin
vefatı üzerine Nehri’ye yerleşecekti.
Bahar mevsiminde,yeşillere bir başka bürünecek olan
Nehri’de 42 yıl irşad vazifesini tamamlayacaktı. Gönül hirasında
feyiz ırmakları çağladı ve Bağlar köyü cennet bulvarına döndü.
Kırk iki yıl içerisinde irşad vazifesi,Mısır Çöllerinden,Kafkas
dağlarına kadar her tarafı içine aldı. Gönüller yumak yumak onun
irşad ipine bağlandı. Hakkari çevresinde ki İlçelerden ve köylerden
ismini duyan herkes,ona akın etti. Artık Nehri cennet bahçelerinin gıpta
edeceği bir gülistan,beldelerden mutlu bir belde idi. O zamanlar
Nehri’nin nüfusu
l6000 civarında idi. Yeşille doğanın bütünleştiği bir
mekan. Eşsiz güzelliğinden hiç bir şey kaybetmeyen Nehri mevkiine
vardığınızda,hala o manevi
havayı teneffüs etmek mümkün. Her mevsim ayrı güzelliğe bürünen
Nehri, Seyyid Taha gibi nice nice Allah dostlarını,Hak aşıklarını
ağırlamış,misafir etmiştir.
Seyyid Taha Hazretlerinin şan ve şöhreti,her tarafa yayılmıştı.
Bu sıralarda İran Hükümdarı Mehmed Şah,bir rüya görür. Bu rüya
vesilesi ile tövbe eder ve ehl-i sünnet mezhebine girer. Hemen Seyyid
Taha Hazretlerini haberdar eder ve kendisinden bir muallim ister. Şanlı
veli en ileri talebelerinden Abdurrahim’i İran Şahına gönderir. Şah
Mehmed,Seyyid Taha’nın talebesi Abdurrahim’in Hak mezhebi
taliminden o kadar memnun olur ki,Türk hududuna bitişik iki nahiyeyi bütün
varlığıyla birlikte Seyyid Taha’ya hediye etmek ister. Fakat Seyyid
Taha’ya
kabul ettirmek mümkün olmaz. Seyyid Taha bağışları şu
mazerete binaen reddetmiştir; “Ben Türk tebaandanım,devletimin sayesinde, kendimin ve ehlimin geçimi
yolundadır. Alaka ve iltifatlarınıza teşekkürler,kabul etmekte
mazurum. Devletimiz var olsun” Şah bu defa başka yolu
deneyecektir. Kendisine gönderilen muallime danışır. Yeni bir
teklifte bulunur; “ Madem bunlar nefislerini terbiye için kabul
etmezler. O halde hediye ettiğimiz kasabaların iki köyünü
vakfedelim. Bir de Seyyid Hazretlerine,kendilerine has,asa ile kıymetli
bir cübbe takdim edelim.” Şah sözünde durdu ve Seyyid Taha’ya
bir asa ile kıymetli bir cübbe gönderdi. Köyleri de vakfetti. Ne var
ki,ay yüzlü mana Piri,gelen asa ile cübbeye el bile sürmedi. Köyleri
hele hiç kabul etmediler. Sadece “Elhamdülillah” demekle
yetindiler. Osmanlı Sultanı Abdulmecid Han bu hale vakıf olunca, bu
duruma yakından alaka gösterdi. Bu olay üzerine,hayranlıkları bir
kat daha artmış ve kendilerine bağlılıklarını bildirmiştir. Gönlü
elmas deryaları gibi, Seyyid Hazretleri de hediyelerin tümünü padişaha
gönderdi.
1853
Tarihinde Osmanlılarla Ruslar arasında çıkan Kırım Savaşında Dağıstanlı
büyük mücahit
Şeyh Şamil ve Seyyid Taha-i Hakkari düşmana karşı cihat
ilan ettiler. Seyyid Taha’nın vefatı üzerine kardeşi Seyyid
Salih,Rus ordularına karşı Hakkarilileri ve Azerbaycanlıları
ayaklandırdı.
O ki, bu diyarın Piri,ebedi sevinç diyarının önderiydi... O
ki,gönül gecesine ay ışıkları serpendi... Hayat yolunun meşalesi,ilim
irfan bahçelerinin selvisi idi. Öyle kamil bir mürşid öyle
incelikleri bilen bir Veliyyi Zişandı ki,incelikler bilen akıl
bile,onu anlamakta şaşıp kalmıştı... O aşk ve safa yağmuru,kerametler
sarayının eşsiz sultanı daha bilmediğimiz,aklımızın aciz kalacağı
nice hallere vakıf idi.
1853
Senesinde talebelerini kardeşi Seyyid Salih’e emanet ederek
ikindi vaktinde talebelerinin Yasin-i Şerif tilavetleri arasında
Kelime-i Tevhidi getirerek mübarek ruhunu Rahmana teslim etti. Yasin-i
Şerif tilavetleri arasında Kelime-i Tevhidi getirerek mübarek ruhunu
Rahman’a teslim etti.
Ebedi vuslat sarayının kapısı ona da açılmıştı.
Kendisinden önce nice sultan,veliler ötelere sefer etmişti. Hayat ırmağı
ahiret denizine doğru aktı. Bu ırmağın önüne set çekmek imkanı
kimseye
verilmemişti..
Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK
1976 senesinde Seyyid Taha
Hazretlerini kabri başında ziyaret etmek ister. Bu niyetle İstanbul’dan
Van’a gelir. Orada bazı gönül dostları ile birlikte Şemdinli’ye
hareket eder. Üstad Necip Fazıl, yaşlı hasta ve bitkin olduğu bir
haldeyken,at sırtında Nehri’ye kadar gider ve Seyyid Taha
Hazretlerini kabri başında ziyaret eder. Yolda dostlarına şu
vasiyette bulunur. “Şayet ölürsem beni Nehri’de Seyyid Taha
Hazretlerinin yanına defn edin.” Üstad ÇİLE isimli eserinde bu
ziyaretiyle ilgili şu beyiti yazar.
“ Şemdinli dağlarının içtim nur çeşmesinden,
Kurtuldum akreplerin ruhumu deşmesinden”
Mezarı Şemdinli’nin Nehri (Bağlar köyündedir. Her yıl
yurdun çeşitli yerlerinden yüzlerce insan kendisini kabri başında
ziyaret etmektedir.
Nazife ÖZATAK
Bir Başka Kaynakta Tâhâ-i Hakkârî :
Anadolu'da yaşayan büyük velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen,
insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve
âhirette seâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesile olan büyük âlim ve
velîlerin otuz birincisidir. Peygamber efendimizin neslinden olup Seyyid
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunudur. Babası Seyyid
Molla Ahmed bin Sâlih Geylânî'dir. Şihâbüddîn, İmâdüddîn, Kutbü'l-İrşâd
vel-medâr lakaplarıyla ve Hakkârî nisbesiyle meşhûrdur. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerinin halîfelerindendir. Doğum târihi bilinmiyor. 1853
(H.1269) senesinde Şemdinli yakınındaki Nehri'de vefât etti. Kabri orada
olup ziyâret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde olunmaktadır.
Asil ve temiz bir âileye mensûb olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'de
çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zekâ, istidât, vekâr
ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi.
Onu her gören ilerde pek büyük bir zât olacağını söylerdi. Küçük yaşta
Kur'ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı.
Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek
şöhretli âlimlerden, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamânın
fen ve edebiyât bilgilerini öğrendi.
Seyyid Tâhâ, daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdât'a yakın bir yerde,
çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; "Bu su çok azdır,
bununla abdest olmaz." deyince; "Bu, mâ-i câridir, yâni akar sudur.
Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları
bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar." buyurdu ve elini orada
biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; "Bakın
bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır." deyip elindeki balığı gösterdi.
Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları; "Bundan sonra sen ne yaparsan yap,
bir daha sana îtirâz etmeyeceğiz." dediler.
Hicrî on üçüncü asrın kutbu olan Mevlânâ Hâlid, Hindistan'a giderek,
Gulâm Ali Abdullah Dehlevî'nin huzûru ile şereflenip, lâyık ve müstehak
oldukları fazîlet ve kemâlâtı aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına
doğru yolu gösterip Hakk'a kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf,
Mevlânâ'nın kalbinden saçılan nûrlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada
arkadaşı olan Seyyid Abdullah da Süleymâniye'de bulunan Mevlânâ'yı
ziyârete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemâle geldi ve halîfe-i ekmeli
yâni en olgun halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye, birâderinin
oğlu Seyyid Tâhâ'nın, hârikulâde ve yüksek istidâdını anlattı. Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de, bir daha gelişinde, onu berâber
getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyâretlerinde yeğeni
Seyyid Tâhâ'yı da götürdü. Mevlânâ hazretleri, Bağdat'ta Seyyid Tâhâ'yı
görür görmez, hemen Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin kabr-i şerîfine
gidip, istihâre etmesini emretti. Seyyid Tâhâ da kabre gidip istihâre
etti. Ceddi Abdülkâdir Geylânî hazretleri, Allahü teâlânın izniyle kabr-i
şerîfinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; "Benim yolum büyük
ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid ise, zamânının âlimi,
evliyânın en büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir."
buyurdu.
Seyyid Tâhâ, büyük dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin
mânevî emri ve izni üzerine, Mevlânâ'nın huzûruna geldi. Bu öyle bir
gelişti ki, pek az kimselere nasîb olmuş, nasıl ve neler elde ederek
gideceği, bu başlangıç ve gelişten belli oluyordu. Mevlânâ, Seyyid
Tâhâ'nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı,
kalplerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti.
İleride zamânın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimâm ve
ciddiyetle onu terbiye etti. Riyâzet ve mücâhedesinde hiç eksiklik
etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnâsında, Seyyid
Tâhâ'ya dağdan taş getirtirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble
karşılanır; "Hocamız Mevlânâ, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem
Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu hâlde, Seyyid hazretlerini dağa
göndermesindeki hikmet nedir?" derlerdi. Hazret-i Mevlânâ ise, bu
hususda konuşmaz sükût ederdi.
Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin yanında seksen gün
kaldıktan sonra, velîlikte pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve
kerâmet sâhibi olarak hilâfet-i mutlaka ile şereflendi.
Seyyid Tâhâ hazretleri, hilâfetle müşerref olup Berdesûr'a hareket
edeceği zaman, Mevlânâ onu büyük bir cemâatle uğurladı. Vedâdan sonra,
Seyyid Tâhâ, Mevlânâ'nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek
istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı.
Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ olduğunu
gördü. "Estagfirullah" deyip, geri çekildi. Mevlânâ, Seyyid Tâhâ
hazretlerine hitâben; "Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş
getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım
sebebiyle üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan
kaçınamazsınız." buyurdu. O da sıkılarak; "Emir edebden üstündür." sözü
gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın
katıldığı uğurlama merâsimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki
dizginleri, Seyyid Tâhâ'ya verip; "Bundan sonra dizginlerin senin
elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın,
büyüklerin rûhları sığınağın olsun." buyurdu. Tâhâ-i Hakkârî hazretleri
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin halîfesi olarak Berdesûr'a geldi.
Amcası Seyyid Abdullah, Nehrî'de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken,
oraya çok yakın olan Berdesûr'a Seyyid Tâhâ'nın da gönderilmiş olmasının
hikmetini anlayamayan birçokları; "Böyle iki büyük halîfenin bir yere
gönderilmesinin sebebi nedir?" dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra
Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı
tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Tâhâ
hazretleri, Nehrî kasabasına gelip irşâda başladı. Burada kırk iki sene,
ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakk'ı arayanlara ilim, feyz ve nûr
saçtı. Âşıklar, uzaktan yakından pervâne gibi bu irşâd ve nûr kaynağının
etrâfına toplandılar. Nehrî, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir
gülistan oldu. Allah'ı arayanların arzusu ve rûhlarının mıknatısı hâline
geldi. Şimdi birkaç harab evin bulunduğu Nehrî'de, o zaman nüfus on altı
bine yükseldi. Nehrî birkaç câmi, mescid, medreseler, çarşı ve diğer
dükkân, han, hamam ve benzeri binâlarla o civârın merkezi idi.
Seyyid Tâhâ'nın sohbetleri bereketiyle pekçok kimse Allahü teâlânın
rızâsını kazandı.
Seyyid Tâhâ hazretleri, en büyük velîlerden olup, onu gören müslim veya
gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlardı.
Bir sohbeti esnâsında buyurdu ki:
"Bana Cennet ve Cehennem'den bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara
bu ikisi tesir etmez." Bu sözü açıklarken halîfesi Seyyid Sıbgatullah
Arvâsî şöyle buyurdu: "Ebrâr, yâni iyi müminler âhiretleri için amel
ederler, mukarrebler, yâni Allahüteâlâya yakın olan ve hep O'nunla
bulunmaktan zevk alan seçkinler, sâdece Allahü teâlâ için amel ederler."
İnkarcılardan ve bid'at sâhiplerinden kaçınmak hususunda buyurdu ki:
"Münkirden (inkârcıdan) ve bid'at ehlinden aslandan kaçar gibi kaçın!
Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu
münkirler, Resûlullah'ın zamânında olsalardı, ona îmân etmezlerdi."
Seyyid Tâhâ hazretleri bâzan; "Misvâkla kılınan bir rekat namaz,
misvâksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır." hadîs-i şerîfini okurdu.
"Hadîsdeki sivâk, "misvâklamak" mânâsına geldiği gibi "sensiz" mânâsına
da gelir. O zaman hadîs-i şerîfin mânâsı; "Sensiz, yâni kendini
düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rekattan
faydalıdır." buyururdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri, vefâ ve sadâkatte hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ı,
şecâatte ve adâlette hazret-i Ömer'i, hayâ ve hilmde hazret-i Osman'ı,
vilâyet-i kübrâda hazret-i İmâm Ali'yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı
Resûlullah'a yakın Eshâb-ı kirâmdan birisi gibiydi.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki
kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden
mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki
ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşları arası
açık, mübârek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu
bir nûr parçası idi. Gönül sâhibleri görünce, rûhen âşık olurlardı.
Hülâsa, ilâhî nûrun tecellîsi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla
kendilerinden geçerlerdi. Nehrî hudûduna girildiğinde, feyz ve muhabbet
kokuları, akıllı olanları ve gönül sâhiplerini istilâ ederdi.
Ziyâretçiler, abdestsiz olarak Nehrî'ye giremezdi. En büyük
halîfelerinden "Halîfe Köse" lakabıyla tanınan meşhûr Molla Tâhâ buyurdu
ki: "İki yerinden başka Nehrî'nin bütün taşları, ağaçları, herşeyi
nûrdur. Biri, yahûdî mahallesi, öbürü Mûsâ Bey ismindeki bir münâfığın
kalesidir."
Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriyâ bereketli evinde,
bâzan kendi mescidlerinde edâ ederlerdi. Kuşluk namazını dâimâ câmide
kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin
tahsîllerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini
hâllederdi. Nehrî, karınca yuvası gibi, dâimâ sâlih kişiler ve
talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sâhibi feyz almak için boyunlarını
büküp, o dergâha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makâmın, zikr, fikr,
ibâdet ve tâatsız bir ânı bulunmazdı. Seyyid Tâhâ hazretleri dergâhı
teşriflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak
sözlere bağlanırdı. Nehrî kasabası bin yedi yüz hâne iken, hiçbir evde
yemek söz konusu değildi. Hepsi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin dergâhından
yer, içerdi. İkindi namazından sonra "Hatm-i hâcegân-ı kebîr", sonra
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ı okunurdu. Seyyid Fehîm
hazretleri Nehrî'de ise ona, yok ise, muhterem dâmâdları ve halîfeleri
Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı.
Bu arada bâzı kelime veya cümle üzerinde yapılan geniş îzâhlar,
sohbetlerinin esâsını teşkil ederdi. Nehrî'de misâfirlerden, farazâ
sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fâsılası yoktu. Bu
müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam
namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi
unutmazlar, herkesin hâlini genişce suâl buyururlardı. Kimin bir
sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme, akrabâ
ziyâretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını karşılardı.
Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar,
ancak bâzı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı.
Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün devlet adamları
her emirlerine âmâde ve hazırdı.
Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa, dünyâyı
en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve intizâmı
akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhirete âit ilimlerdeki mahâret ve
ihtisâsı herkesten üstündü. Hülâsa, madden ve mânen, İslâm âlemine
bahşedilen ilâhî lütuflardan bir büyük nîmetti.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid
Muhammed, o zaman Van'dan gelip, bu kaynaktan feyz aldı. Seyyid Tâhâ,
Van'ı şereflendirince, Seyyid Muhammed'in evinde misâfir olurdu. Seyyid
Muhammed'in birâderi Molla Lütfî'nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de,
Hizân'dan Van'a gelince, Seyyid Tâhâ'ya talebe oldu. Çok feyz ve
bereketlere kavuştu. Sonra Hizân'a babasının yanına gitti. Bundan sonra,
yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehrî'ye Seyyid Tâhâ hazretlerini
ziyârete giderdi.
Seyyid Tahâ hazretlerinin, Halîfe Köse nâmıyla tanınan; âlim, âmil ve
veliy-yi kâmil bir talebesi vardı. Seyyid Tâhâ'nın halîfelerinden olup,
ismi Tâhâ idi. Edebinden, "İsmim Tâhâ'dır." demeğe hayâ ederdi.
Üstâdından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi.
Sakalı biraz seyrek idi. Bir gün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden
hocası, bir talebesine; "Bizim Köse buraya gelsin." buyurdu. Buna çok
sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da ismi,
"Halîfe Köse" kaldı.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin pek çok kerâmetleri vardır.
Bir gece, hırsız, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un
almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar
boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp
götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; "Ne o,
çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim." deyince, hırsız, donakalıp
birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına
verdikten sonra; "Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını
yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel!"
buyurduğunda hırsız, tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehrî kâdısı idi. Bu mübârek
dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahçe
duvarının kapısının girişinde yapılmasını ve; "Seyyid Tâhâ hazretlerinin
kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezârıma uğrayıp da
geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ
beni affeder. Yâhut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezârımın toprağı
değmekle teberrük ederim." buyurdu. (Gerçekten o mezâr, Seyyid Tâhâ
hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam girişindedir.)
Bir Ermeni, Seyyid Tâhâ hazretlerine gelip; "Çocuğum olmuyor, sizin
büyük bir zât olduğunuza inanıyorum. Duâ edin de, çocuğum olsun." dedi.
Seyyid Tâhâ hazretleri, talebesinden birine; "Git bir beze iki tâne
koyun tüyü koy, sar, getir!" buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi.
Seyyid Tâhâ, Ermeniye; "Bu bezi beline sar, hiç çıkarma!" buyurdu. Aynı
Ermeni beş sene sonra gelip; "Efendim, her batında iki çocuk olmak
üzere, beş senede on tâne çocuğum oldu. Artık yeter." dedi. Seyyid Tâhâ
da; "Belindekini artık çıkarabilirsin." buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gece rüyâsında Resûl-i ekrem efendimizi
uçsuz-bucaksız bir sahrâda ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlarında ve
arkalarında, şefâat isteyen pekçok insan vardı. Kimi eteklerine
tutunmuş, kimi önlerinde dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid Tâhâ
hazretleri bir kenârda bekliyordu. Allah'ın Resûlü onu görünce, ona
doğru yöneldiler ve iltifâtlarda bulundular.
Yine bir gece rüyâsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan
içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için
dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allah'ın
Resûlü var. Ve bütün sahrâyı kol kol dolaşan sular, O'nun mukaddes
parmaklarından akmaktadır... Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan ve
fışkırış noktasından içmek saâdetine erişmek için yaklaştı ve içti.
Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektuplarından
birinde şöyle buyurdular: "Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın
emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâimâ çok sakınınız! Kişi için,
talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten
korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu
zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın
olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah
bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat dâvet ederse, gitmemelidir.
Nerede kaldı ki, başkalarının dâvetine gidilsin. Böyle dâvete verilecek
cevap şudur: "Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve
İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet
reislerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz." Sana emrettiğim üzere ol,
muhâlefet etme! MollaMustafa Eşnevî'ye de fakîrin selâmını söyle ve bu
yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup,
dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarûrîdir. Bizden bir şey
gizli tutulmasın ki, helâke sebeb olur. Kulların en zayıfı Hâlid-i
Nakşibendî Mücedidî."
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'ye yazdığı
başka bir mektubunda da buyurdu ki: "Allahü teâlâ kalbimin sevgilisi
Seyyid Tâhâ'yı fenâ ve bekâ makamlarının nihâyetine kavuşturmakla
şereflendirsin. Bu fakîre muhabbet ve ihlâs bağı ile bağlılığınızı
bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiyye yoluna hizmet için
çalıştığınız ve Kur'ân-ı kerîmi bir usûl ile hatmetme haberinize çok
sevindik. İhlâslı olmak şartı ile insanlar sizin vâsıtanızla Allahü
teâlâya ibâdet etmek, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak
gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevâb kadar sizin de amel
defterinize yazılacaktır. "İyi bir çığır açan müslüman kimseye, açtığı o
çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevâbı da verilir.
Bununla berâber onların sevâbından da hiçbir şey eksilmez." hadîs-i
şerîfi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selâmı, rahmet ve
bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Hâlid-i Nakşibendî."
Seyyid Tâhâ hazretleri, halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî'ye yazdıkları
Fârisî bir mektupta şöyle buyuruyor: "Adı güzel, feyz ve fayda menbâı
Molla Sıbgatullah! Selâm eder, duâlarımı bildiririm. Gönderdiğiniz güzel
mektubunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun
ki, dünyâ ve âhiret saâdetinin sermâyesi olan fukâraya (evliyâya)
muhabbetiniz sönmemiş bir kor gibi durmaktadır. İki şeyi muhâfaza etmek
lâzımdır. Bunlar; dînin sâhibine son derece bağlılık ve hocasına ihlâs
ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse nîmettir. Bu
ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hiç üzülmemelidir.
Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel
ve sakatlık olursa, bununla birlikte hâller ve zevkler bulunsa da,
bunları istidrâc bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol
budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!"
İkinci mektuplarında da; "Duâcınızın hâllerini sorarsanız, Allahü
teâlâya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. "Kardeşimin
oğlu, birkaç kimse ile birlikte huzûrunuzla şereflenmek isterler. İzin
var mıdır?" diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı
yetersiz göstermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği kadar
kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselâm ved-duâ.
Kulların en zaifi Seyyid Tâhâ Hâlidî Nakşibendî."
Bir gün Seyyid Tâhâ hazretlerine; "Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin
üzerinde türbe vardır. Başkalarında ise yoktur. Acabâ hikmeti nedir?"
diye sordular. Seyyid Tâhâ hazretleri de şöyle buyurdu: "Biz
Berdesûr'dan Nehrî'ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler. Amcam
sağ olsaydı, babasının üstünü dahî örtmezdi. Mâdem ki, siz örttünüz, biz
bir şey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir." (Gerçekten bu
emir devâm etmektedir. Başkale'de, Gayda'da, Arvas'da, Van'da, Ankara'da
ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü yâni
türbe içinde değildir.)
Seyyid Tâhâ hazretleri Şehîdân Dağını her yıl iki kere ziyâret ederdi.
(Bu dağ, Şemdinli'nin doğusunda, hattâ babalarının medfûn bulunduğu
Meleyân Köyünün de doğusundadır. İran hudûduna yakındır. Hazret-i Ömer
zamânında, Eshâb-ı kirâm, o belde ve ülkeleri feth için buraya gelmişler
ve bu dağda şehîd olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi Şehîdân (şehîdler)
Dağıdır.
Irak'ın Revândız havâlisinde, Berzencî kabîlesi ile Hayderî kabîlesi
arasında bir husûmet meydana gelip, birbirlerine harb îlân ettiler.
Irak'ta, sözleri geçen bütün halk araya girdiği hâlde, bu fitne ve
kavgayı önleyemediler. Önemli mesele olduğundan, Seyyid Tâhâ
hazretlerine; "Bunu siz hâlledersiniz." dediler. Sulh ve barıştırma,
dînî bir emir olduğundan, hemen Irak'a, yâni Revândız'a hareket eyledi.
Her iki taraf Seyyid Tâhâ hazretlerini görünce, birlikte karşılayıp
ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp, Nehrî'ye
geldiklerinde, âdetleri olduğu üzere, Nehrî yolunda bulunan nehir
kenârında Zî Tûvâ Çeşmesi başında istirahat ettiler. Berâberlerinde
bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki, bunlardan beş yüz kişi
derhal, o anda hâl ve kerâmet sâhibi oldu.
Irak'tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehrî'ye,
Seyyid Tâhâ hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârunân Köyünden
geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey
adındaki zât, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak
Nehrî'ye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini haberdâr ettiler. Seyyid Tâhâ,
Mûsâ Beye haber gönderip; "Bu katırların yükleri bana âid olduğundan,
yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et,
katırlarını teslim et." buyurdu. Mûsâ Bey emirlerini dinlemedi,
katırları vermedi. İkinci defâ haber gönderip; "Benim nâmıma ve hatırıma
versin." buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Tâhâ büyük hiddetle;
"Cumâ gecesi gelsin de o vermesin görelim." buyurdu. Cumâ gecesi,
Nehrî'den, talebeler gidip, netîceyi öğrenmek için nöbet beklediler.
Meğer Bey, divânhânesinde kendine tâbi olanlarla oturmuş, Seyyid
Tâhâ'nın evliyâlığını inkâr husûsunda konuşuyormuş.
Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına
uzanırken, mîdesine bir ağrı girerek. "Karnım!.. karnım!.." diye
bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî'ye gelip,
katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ'ya sığındılar.
"Lütfen, merhameten babamızın defin merâsiminde bulunup, duâ buyurunuz."
dediler. Onlara cevâben; "Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz."
buyurdu. Çocukları çok israr ettiler. Hazret-i Seyyid nihâyet kalkıp,
cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden
sonra, Seyyid Tâhâ; "Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi."
buyurdu. Cenâb-ı Hak, bir seyyide hakâret etmenin onu üzmenin cezâsını
verdi. Bunu herkes açıkça gördü.
Berzencî seyyidlerinden Seyyid Mûsâ, kervancıbaşı olarak İran'a
gidiyordu. Gâyet sarp bir yerde, ayağı kayan katırı uçuruma
yuvarlanırken; "İmdâd yâ Seyyid Tâhâ!" diye bağırdı. O anda bir el,
hayvanı olduğu yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Mûsâ, bir
müddet sonra ziyâret için Nehrî'ye gitti. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yâ
Seyyid Mûsâ! Bir katır için bizi İran'a çekiyorsunuz." buyurdu.
Van'ın Gürpınar kazâsından bir zât, Nehrî'ye gidip, Seyyid Tâhâ'ya
talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe
olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef
etti. Şeytan; "Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi." diye
vesvese verdi. O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce
kendisine hediye ettiği tesbihi iâde etti. Maksadı hocasından
ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Tâhâ'ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu.
Aradan günler geçmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gün öğle vakti
namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp; "Def ol, yâ laîn!"
buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halîfe Köse; "Efendim, mübârek
ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye suâl etti. O da; "Gürpınar'da
bir müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhillâne îmânsız gitmesine
çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla vefât etti."
buyurdu. Halîfe Köse; "Tesbihi iâde eden olmasın?" dedi. "Evet, odur!"
buyurdu. "Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti." deyince de;
"Bir zaman bize muhabbeti vardı." buyurdular.
Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gün câmide büyük bir cemâate namaz kıldırmak
için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübârek sağ elini birden ileri
uzattı. Geri çektiğinde bir mikdar su, mübârek cübbelerinin kolundan
döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmağa başladı. Cemâat
hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Halîfe Köse cesâret edip;
"Efendim, bu su ve balık nereden geldi?" diye arz etti. Seyyid Tâhâ
hazretleri cevâben; "Kızıldeniz'de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden
birinin; "İmdât yâ mübârek hocam!" diye çağırması üzerine, yardım edip,
gemiyi düzelttik. Büyüklerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su
ve balık oradandır." buyurdu.
Sultan Abdülmecîd Hân zamânında, Müküs kaymakamı Derviş Bey,
kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması
emredilmişti. Bu yüzden Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışarı
çıkamıyordu. Sonunda Derviş Beyin hatırına, Arvas'ta Seyyid Fehîm
hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tövbe ettiğini, vazifesine
yeniden iâde edilmesini ve affedilmesi için Şark bölgesinin askerî idâre
âmiri olan Erzincan müşîrine şefâatçı olmasını istedi. Seyyid Fehîm
hazretleri kendisine sığınan kaymakama; "Allahü teâlâya hamd ve şükür
olsun ki, seyyidimiz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim meselelere
karışmam doğru olmaz. Seni bir mektupla ona göndereyim. İnşâallah
tesirini muhakkak görürsünüz." diye müjde verdi. Kaymakam Derviş Bey,
Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna varınca, takdim olunan mektubu okudu.
Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan Müşîrine şu meâlde bir emirnâme
yazdı: "Derviş Beyi sana gönderiyorum. İşini mutlakâ yap. Senin de bana
bir işin düşerse yaparım vesselâm." Mektubu Derviş Beye verdi. Derviş
Bey mektubu okudu, tatmin olmadı. Fakat; "Bundan başka çâre yoktur."
deyip, Erzincan'a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan'a ulaştı; "Şimdi
bir otele ineyim, yarın Müşîrle görüşürüm." deyip, bir otele gitti.
Hemen karşısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki
polisler, Derviş Beyi bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu
anlayınca, hürmet gösterip; "Hemen Müşîr Beye gidelim." dediler. Derviş
Bey; "Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim." dediyse de, polisler; "Bize
verilen emir ve tâlimat şudur: "Müküs'lü Derviş Bey hangi saatte
gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın." Derviş Beyi hemen
götürüp, Müşîre haber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Beyin
boynuna sarıldı ve; "Bu sekizinci gecedir. Hazret-i Seyyid Tâhâ bir an
bile uyku ve istirahatime müsâade buyurmadılar; "Derviş Beyi
gönderiyorum, işini mutlakâ yap, serbest olsun, aksi takdirde helâk
olursun." buyuruyor." dedi. Hemen telgrafla Derviş Beyin tahliye
edilmesini, affedildiğini, vazifesine iâde edildiğini bildirdi. Serbest
olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür için
Nehrî'ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; "Sizin yolunuza
girip talebeniz olmak istiyorum." deyince, Seyyid hazretleri; "Arvas'a
git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazifeyi söylesin." buyurdu.
Misâfirlerin hizmetiyle vazîfeli levâzım âmiri, bir akşam üzeri Seyyid
Tâhâ hazretlerinin huzûruna gelerek; "Efendim! Bu fakîr, bu akşam üzeri,
bin erkek ve beş yüz kadın misâfirin yemeklerini çıkartıp yedirdim. Şu
anda beş yüz kişi Nehrî'ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne
yapayım?" diye arzedince, Seyyid Tâhâ; "Anbarlarda olması lâzım."
buyurdu. "Efendim, süpürdüm, bir şey kalmadı." deyince; "Bir daha bak."
diye emretti. Bunun üzerine âmir gidip baktığında, anbarların unla dolu
olduğunu hayretle gördü.
Seyyid Tâhâ, Nehrî'nin alt tarafında bir değirmen yapmayı düşündü. Bu
değirmenin plân ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı
esnâsında talebeleriyle berâber sırtında taş taşıdı. Günlerce
çalıştıktan sonra nihâyet değirmenin inşâsı tamamlandı. Değirmen öyle
sanatlı, öyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda
kendiliğinden çalışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu.
Bunu görenler, Seyyid Tâhâ hazretlerinin aklının çokluğuna hayran
kalırlardı. Nitekim halîfelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti
söylemiştir:
"Gözümüz revak gibi sizin eşiğinizdedir,
Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir."
Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifâtla yanlarına teşrif buyurdu.
Bir kimse şehîd olmuş ve büyük bir velînin yanına defnedilmişti. Seyyid
Tâhâ onun şehîdlik mertebesini görüp; "Bu kimsenin, şu büyük velîden
aşağı olduğu söylenemez." buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri, kendisini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye götüren
velî-nîmeti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük nîmetin şükrü
olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve rûhuna
pekçok sevâblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "Vefât ettiğimde benim
kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyârete
gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde
kalsınlar. Onu da ziyâret ederek mübârek rûhuna sevâblar hediye
etsinler." (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah'ın kabri
girişte idi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid
Abdullah'ın kabrinin yanından geçmesi lâzımdır).
Tâhâ-i Hakkârî hazretleri pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir defasında
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Beni Seyyid Abdullah ve Seyyid
Tâhâ'dan üstün zannetmeyin" buyurmuştu. Meclisinde olanlar; "Efendim,
siz ikisinin de hocasısınız" dediler. "Benim onlar yanındaki yerim, bir
sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın
çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler." buyurdu.
Bir gün Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki:
"Molla Sıbgatullah! Üstâda muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden
üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve
ona mârifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder,
giderir."
Yine şöyle buyurdu:
"Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esâsını Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân)
yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem)
muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, üstâda muhabbet yeter."
Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Tâhâ hazretlerine; "Nefehât
gibi bâzı kitaplarda, bâzı evliyâ için (kuddise sirruh) bâzıları için (rahmetullahi
aleyh) deniyor; hikmeti nedir?" diye suâl edince, şöyle buyurdu:
"Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden
bir şeyler kalanlar içindir. Nefsden tamâmen kurtulmak, irşâdın şartı
değildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşâd makâmına
oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, faydalı olmuşlardır."
Bir halîfesine şöyle buyurdu: "Halka önce işâretle muâmele et, bu fayda
vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz
çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi
ve sellem) kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir."
Bir gün, kendilerine; "Nehrî'de sâdık talebeniz kimdir?" dediler. "Molla
Muhammed Münhanî'dir" buyurdu. "O, katı tabiatlıdır." dediler. Bunun
üzerine, Mevlânâ Ahmed Cüzeyrî'nin Dîvân'ındaki şu beyti okudu:
"Ehl-i tarîk, makamları seyr ederken renk renktir,
Bir kısmı ilâhî cemâl, bir kısmı celâldedir."
Çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:
"Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtüp
yok etmeyiniz."
"Bizim yolumuzda ucb ve riyâ yoktur. Riyâ ve ucba helâl diyen, yolumuzda
değildir."
"Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."
Evliyânın vefâtından sonra istifâde hakkında; "Kılıç kınından
çıkmadıkça, (rûh, bedenden çıkmadıkça) kesmez." buyurdu.
"Zikr yapılmaksızın yalnız râbıta ile Hakk'a kavuşmak mümkündür.
Zikr ise, râbıtasız kavuşturucu değildir."
Tâhâ-i Hakkârî hazretleri Nehri'de kaldığı kırk iki sene içinde
İslâmiyetin emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların dünyâ ve
âhirette kurtuluşları için çalıştı. Bütün hocaları gibi İslâmın güzel
ahlâkını yaydı. Siyâsete karışmadı. Pekçok velî yetiştirip onlara
hilâfet verdi. İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla
vazifelendirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Birâderi Seyyid
Muhammed Sâlih, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Seyyid Fehîm Arvâsî, dâmâdı
ve kâtibi Seyyid Abdülehad, Muhammed Küfrevî, Halife Köse adıyla meşhûr
olan Şeyh Tâhâ, Molla Resûl Sibkî, Mevlânâ Hacı Hakkârî, Süleymân
Baradustî, Molla Muhammed Munhânî Hoşâbî, Şeyh Ahmed Meczûb. Bunlardan
başka halîfeleri de vardır.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri 1852 (H.1269) senesinde bir ikindi
vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet
ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli
dâmâdı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdülehad! Şöhret âfettir.
Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi." buyurdu. Abdülehad da;
"Aman Efendim, Şam'dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gün
sohbetten sonra hâne-i saâdetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir
gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün
olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi
günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasiyetini
bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için;
"Biraderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği
altındadır." buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı.
İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında,
mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.
Mübârek mezârı Nehrî'dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek,
mübârek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyzlerden istifâde etmekte,
bereketlenmektedirler.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin nesli oğullarıyla devâm etmiştir.
Seyyid Habîb, Seyyid Mahmûd, Seyyid Alâeddîn ve Seyyid Ubeydullah
isimlerinde dört oğlu vardı. Bunlardan Seyyid Habib Efendi, genç yaşta
vefât etti. Seyyid Mahmûd ve Seyyid Alâeddîn Efendilerin de oğulları
vardı. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin Seyyid Ubeydullah adındaki
oğlu, nüfûzunun ve talebelerinin çokluğu ile meşhûrdur. Babasının
vefâtından sonra amcası Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbet ve irşâdıyla
kemâle gelmiş, 1864 senesinde amcasının vefâtından sonra irşâd makâmına
oturmuştu. Ehl-i sünnete çok hizmet etti. Seyyid Fehîm-i Arvâsî
hazretleriyle birlikte hacca gitti. Sonra Taif'te ikâmete memur edildi.
Bir müddet sonra Kâbe-i muazzamayı tavaf esnâsında iki rekat namaz
kılarken secdede vefât etti. Cennet-i Mualla kabristanına defnedildi.
Seyyid Ubeydullah Efendinin; Seyyid Reşîd, Seyyid Alâeddîn, Seyyid
Mazhar, Seyyid Abdülkâdir, Seyyid Muhammed Sıddîk isminde beş oğlu
vardı. Bu oğulları vâsıtasıyla nesli devâm etmiştir.
|